Scroll to top
en tr

Son Konfor Alanı Bükücü


Eda - 23 Ocak 2022 - 0 comments

Son Konfor Alanı Bükücü

Açık konuşayım, ben konforuna düşkün şehirli bir kadınım. Daha doğrusu, şimdiki halime bakara şöyle demeliyim; öyle bir kadındım.  Şöyle ki, ojelerimi sürer, bir kafenin sıcak bir köşesine geçer, bilgisayarımı açar çalışırdım. Şu hayatta en sevdiğim şey iki şey varsa birincisi sıcak, ikincisi uykudur. Onun için evim hep sıcacık olur, güneş doğmadan kalkmayı insanlık dışı olarak görürdüm.  Ya da ne biliyim, insanların soğuk ülkelerde yaşamasını, soğukla ilgili şeyler yapmasını hiç anlamazdım. Kayak, snowboard filan… Evde sıcacık oturmak varken. Benim için kış sıcacık yatağın, battaniye altının, sıcak bir çayın mevsimidir. O kadar net. Daha doğrusu netti.

Değişim kapıyı çalmaz, direk içeri dalar!

Çünkü o değişimdir! Bu yaz… hani hayatın bazı dönemleri olur ya, sizin bir şey yapmanıza fırsat vermeden hayat sizi alır ve bir yere sürükler. Olaylar öyle bir gelişir ki, siz olanla olursunuz. İşte bu yaz benim için öyle bir yazdı. Hayat öyle tanımadık, öyle değişik, öyle karşı konulmaz şekilde gelişti ki, benim karar verici olarak hiçbir hükmüm kalmadı. Sonuç olarak olup bitene uyum sağlarken buldum kendimi. Bir dizi sağlık sorunu, önceden verilmiş bir söz derken bu köydeyim. En başından beri sanki olmayacak bir şeymiş gibi geldi bu fikir. Hani çok büyük şeyler “zaten olmaz ki” hissi uyandırır ya, öyle bir şey. Yani kesin bir aksilik çıkacak ve ben hiçbir yere gidemeyecekmişim, “ama sözümü tutmuş ve elimden geleni yapmış olacağım” gibi bir beklenti içindeydim.

Bir aksilik çıkmadı. O sabah o araba beni almaya geldi, gene aksilik çıkmadı, eşyaları arabaya yükledik, gene aksilik yok, bak gidiyorum, gene yok. Araba çalıştı, ona göre! Yok. Ve hareket ettik, gene aksilik yok. Şaka gibi ama bir aksilik çıkmadan biz o yola çıktık. Ve gene bir aksilik çıkmadan buraya vardık. Gece on bir. On bir saatlik yolculukta sonra pestilim çıkmış, ama aksilik çıkmamış. Yolun yorgunluğu, daha önce hiç olmadığım yabancı bir yerde olmanın şaşkınlığı derken bir köşeye kıvrılıp uyudum.

Sabah uyandığımda…

yeni yaşam alanım.

Burası o kadar güzeldi ki, keşfettiğim her köşesiyle büyüleniyordum. Ha bu arada, hiç görmediğim bir yere geldiğimi de belirtmeliyim. Yaşayacağım evi ilk kez o anda, taşındığım gece görmüştüm ve şimdi de gündüz gözüyle görüyordum. O kadar güzeldi ki! Dağların, ormanın arasında, meyve bahçeleri ve yabani çiçeklerle, sarmaşıklarla çevrili, inanılmaz güzel çiçek kokularıyla sarılmış bir cennet bahçesi sanki. Evimin önünde bir limon ağacı gördüm ve havalara uçtum. Sonra diğer limon ağaçlarını, portakal ve nar ağaçlarını, defneleri ve avokadoları fark ettim, gözlerime inanamadım. Evin içi apayrı bir güzel. Alt katı taş, üst katı yüksek tavanlı ahşap bir ev. Öyle başka bir havası var ki… Şaşkındım. Çok şaşkın. Nasıl bu kadar şanslı olmuştum? Hem aksilik çıkmamış hem de kendimi bu kadar güzel bir yerde bulmuştum? Ve asıl soru:

Peki şimdi nolucaktı?

Sonrasıyla ilgili o kadar hiçbir fikirim yoktu ki. Burada nasıl yaşayacaktım? Nasıl çalışacaktım? Değer miydi, o kadar güzel hayatım, oturmuş bir düzenim vardı. Ne olduğunu bilmediğim alakasız bir yere nasıl da atmıştım kendimi? “Hadi, eşyaları hiç açmadan geri dönelim”di. Dönmedim J

Bir kahve yaptım. Kitabımı aldım. Üst katın balkonuna çıktım. Sanki bin yıldır orada yaşıyormuş gibi, eşyalar aşağıda yığın halinde yerleşmeyi beklemiyormuş gibi kahvemi içip kitabımı okudum. Sonra denize gittim. Sanki hep yaparmış gibi. Sonra eve geldim. Eve. Artık burada yaşayacağımı kabul etmiş halde. Sonrası daha kolay gelişti. Yerleştim, eksiklerimi giderdim, arkadaşlarımı ve ailemi yardıma çağırdım. Birlikte çok güzel zaman geçirdik ve orası artık bir yuva oldu. Ocak aldık, kış için odun aldık, sobayı temizledik, bahçeyi düzenledik, narları, zeytinleri hasat ettik… Bütün bunlar olurken ben hemen her gün yüzmeye gittim.

Yeni bir yaşam

Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Buraya geldikten yaklaşık iki ay sonra havalar soğumaya başladı. Yağmurlar yağmaya, fırtınalar kopmaya başladı. Soba yakmam gerekti. Gittim odun kırdım ve soba yaktım. Tabi böyle yazıldığı kadar kolay olmadı. Bir avuç odun kırmak için yarım gün uğraşmam gerekti! Balta tuhaf bir aletti. Hayatım boyunca hiç olmadığım kadar sert olmamı gerektiriyordu. Alışmak zor oldu ama sonunda seviyeli bir ilişki kurabildik.

Sobayı ilk yakma denemem tam bir felaketti! Bir karton parçasını bile uzun süreli yakamadım. Yanıp kısa bir süre sonra sönüyordu. Yanmaya başlamış karton nasıl söner halbuki değil mi? Çok saçma! Neyse, önce kartonu sonra sobayı yakmayı öğrendim. Haftalar boyunca ellerimin çeşitli yerlerinde yanıklarla dolaştım. En son üstümü değiştirirken sobaya yapışarak edindiğim yanıklarla zirve yaptım!

Odun organizasyonu (eskiler öne, yeniler arkaya, kolay tutuşanlar sağa, iriler sola gibi), soba yakmak, kendi ekmeğimi, yoğurdumu, kefirimi yapmak için sistemlerimi kurdum. Sütçü, uncu, yumurtacı buldum. Buradaki yaşam şehirdekinden çok farklı. Her şeyden önce her şeyi kendin yapmak zorundasın. Üstelik kaynaklara ulaşımın çok sınırlı. Köyde her şeyi dört katı fiyatına satan bir bakkal var. Bir de kırk dakika uzaktaki bir kasaba ve oranın pazarı. Her şeyini o pazara göre ayarlamalısın. Sonra yapacağın her şeyle ilgili doğa koşullarına bağlısın. Örneğin havalar soğuduğunda keçiler süt vermez oluyor, inek sütüne geçmen gerekiyor. Ya da o gün tavuk yumurtlamadıysa yumurta yemiyorsun. Tam yemek yapacaksın bir şey yok, ya gidip iki kilometre ötedeki komşudan alacaksın ya da başka bir formül bulacaksın. Getir, Yemek Sepeti yok. Her şeyi kendin yaparken dinlenmeye, kitap okumaya, çalışmaya zaman kalmıyor. İşte o noktada düzenlemeler yapmak gerektiğini anladım.

Yeni düzen denemeleri…

Birinci strateji olarak kalkış saatimi erkene aldım, güneş doğarken kalktım. Olmadı. Erken kalktığım o zaman dilimi gene günlük işlerle doldu. Sonraki strateji olarak altıda kalkmayı denedim. Güneş doğmadan hem de evin içinin en soğuk olduğu zamanda! İçimden bir ses lütfen düzen tutmasın derken, tuttu! Bu kez oldu. Ortalıkta hiçbir şeyin yapılamayacağı zamanda ben bir şeyler yapabiliyordum. Okumalarımı ve yazmalarımı bu saate aldım. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Gün içindeki düzenim sadeleşti. Daha çok okuma ve üretme merkezli oldu. Karanlığı, soğuğu bir kenara bırakıp o masanın başında saatler geçirir oldum. Güneş doğana kadar. Güneşin doğması çok ilginç bir etki yaratıyor, sanki zaman sıkıştırılmış şekilde akıyor. ZİP’lenmiş günler kalıyor geriye. Ama güneş yokken her şey çok yavaş, sakin ve kendi dünyasında…

İlginç bir şekilde havaların soğumasına karşın yüzmeyi bırakmadım. Hava çok soğuk, kapalı olduğunda bile dalga yoksa denize giriyorum. Sanırım buna bütün kış devam edeceğim. Antrenman yapmaya geri döndüm. O kadar odun kırmak, taşımak, her gün en az beş kilometre bisikletle yol yapmak kondisyonumu canlı tutmuş. Ağır hareketlerle giriş yapabildik yeni döneme.

Bir gezegenden diğerine…

Şimdi geldiğim noktada, eski halimden eser yok. O sıcağa düşkün Eda gitti, soğuk suda yüzen, soğuk bir evde rahatlıkla yaşayan bir kadın geldi. Uykuya olan yaşamsal düşkünlüğüm gitti, altıda kalkıp çalışan bir kadın geldi. Her gün duş alan tip yerini haftada bir duş alan, ayda bir çamaşır yıkayan birisine dönüştü. Burada kirli hissetmiyorum. Kazaklarımın kolu is oluyor, ama olacak tabi. O kir gibi gelmiyor bana. Ya da pantolonum çamurlu, lekeli… ne var ki… Aaa en ilginci sebze dışında çarşıya, markete gitmiyorum. Kendi deterjanımı, kendi ekmeğimi kendim yapıyor ya da kendisi yapanlardan temin ediyorum.

Geçen gün bilgisayarımla ilgili bir mesele için bir alışveriş merkezinin içindeki bir teknoloji mağazasına gitmem gerekti. İnanamadım. Ne kadar çok ayakkabı ve kıyafet mağazası var. Neden? Buradan bakınca “tüketim toplumu” denen canavarın bizi nasıl esir aldığını daha iyi görüyorum. Ben burada sadece iki çift ayakkabı, ki bir tanesi lastik çizme diğeri de trekking ayakkabısı, bir çift terlikle yaşıyorum. Başka bir şeye gerçekten ihtiyacım yok. Bütün kıyafetlerim, yazlıklar ve kışlıklar toplam iki rafı doldurmuyor. Ve o haliyle bile giyemediklerim var. Oysa evde bazalar dolusu yazlıklar, kışlıklar yatıyor. Şehir bizi nasıl körleştirmiş buradan bakınca daha iyi anlıyorum. Hayata kör, sağır kalmışız. Hayat göstergelerimiz, referanslarımız şaşmış, gerçeklikten kopmuş sanki. Yani gerçeklikten kopmuş demek bile tam ifade edemiyor durumu, başka bir gerçeklik yaratmış kendine. İki farklı gezegen gibi. Köy gezegeni ve şehir gezegeni. Biri birinden daha iyi ya da kötü diyemem, çünkü gerçeklikleri farklı, ihtiyaçları, vaadleri farklı. Sadece farklı, hepsi bu.

Ve ben şimdilik burdayım. Başka bir yoldan devam ediyorum. Nereye gidiyorum bilmiyorum, neye dönüşürüm bilmiyorum. Bildiğim tek şey, yolda olmak güzel.